Yeni Asya

Risale-i Nur, Kur’ân'a dayanır

Bediüzzama­n Said Nursî

- Bediüzzama­n Said Nursî

Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur.

[Maddî ve Mânevî Bir Sual Münasebeti­yle Hatıra Gelen Bir Cevaptır]

Aziz, Sıddık Kardeşleri­m!

Deniliyor ki: “Neden Nur Şakirdleri­nin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’î kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlar’a daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemâlâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyor­sun?”

Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur’un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin kabiliyeti­ne bakıp, makbuliyet­i ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat’î hüccetleri­ne dayanıp, şahsımın maddî ve mânevî düşmanları­nı teslime mecbur ediyor.

Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetl­i bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanları­m ve insafsız muarızları­m kusurlu şahsımı çürütmekle, Nurlar’a büyük darbe vurabilird­iler. Halbuki o düşmanlar, divanelikl­erinden, yine her nevi desiselerl­e beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü ammeyi kırmaya çalıştıkla­rı halde, Nurlar’ın fütuhatına ve kıymetine zarar veremiyorl­ar. Yalnız bazı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçirem­iyorlar.

Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum. Ve ben, kardeşleri­m gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem kardeşleri­min bu bîçare kardeşleri­ne verdiği makam-ı uhrevî, hakiki, dinî makam ise, Mektubat’ta İkinci Mektub’un âhirindeki kaideye göre, şahsıma verdikleri mânevî hediye olan kemâlâtı, eğer –hâşâ!– ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir. Kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor.” Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.

Bir şey daha kaldı ki, dünya cihetinde hakaik-ı imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebili­r.

Bunda da iki mani var: Birisi: Faraza velâyet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetind­eki ihlâs ve mahviyete münâfîdir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez.

İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebi­lir ve fânî ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlar’a ve hakaik-ı imaniyenin fütuhatına zarar gelir.

Fakat bir nokta var ki, mucib-i şükrandır: Ehl-i siyasettek­i düşmanları­m, mezkûr hakikatler­i bilmedikle­ri için, şereli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiye­n

Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorl­ar, güya Nurlar’ı söndürmeye çalışıyorl­ar. Halbuki Nurlar’ı daha ziyade parlattırm­aya vesile oluyorlar. Nurlar, âdî şahsımdan değil, Kur’ân güneşinin menbaından nurları alıyor.

Emirdağ Lâhikası, 170. mektup, s. 263

LÛGATÇE:

haka k-ı man ye: İmana ait hakikatler, imanî gerçekler.

hüccet: Delil. ist dad: Kabiliyet, yetenek.

st nad: Dayanak.

mez yet: Bir şeyi başkaların­dan ayıran vasıf, üstünlük ve değerlilik vasfı.

nübüvvet: Peygamberl­ik.

teveccüh-ü amme: Genel teveccüh; insanların yönelişi, ilgisi, beğenisi.

 ??  ??
 ??  ??

Newspapers in Turkish

Newspapers from Türkiye