Merhaba la fontaine, hep ara sor bizi!
La Fontaine'i edebiyat âleminde asıl tanıtan fablları oldu. Espriliydiler, örnek oluşturucuydular ama kafalara vura vura ahlâk dersi vermiyorlardı.
CUMHURİYET Kitap'ın kapağında önce Jean de La Fontaine'i gördüm. Uzun, lüleli saçları, aynı derecede uzun burnuyla hemen tanıdım. Yanındaki diğer fotoğrafta ise apayrı bir yazının kahramanı olabilecek Romain Gary vardı. Kendisi her zaman başımızın tâcıdır ama, doğrusu bu kapakta kahramanımız La Fontaine. Güzelim fabl'larını Türkçeye bizim için, o zamanın çocukları için aynı gözlem gücüyle, serbest ama anlamlı ritmle, ‘ karakter'lere duyduğu o yakınlık hissiyle Orhan Veli Kanık çevirmişti. İkisi bizim için iki çocuk kitabında buluşmuştu: İki ciltlik “La Fontaine'den Masallar” ya da “La Fontaine'in Masalları.”
Bazı şiirleri dergide okumuştuk, ama Orhan Veli'nin seçtiği şiirleri (daha doğrusu ‘fabl'ları) yukarıdaki iki kitaptan biliyorduk. Birkaç satırları vardır ki, çoğu kez gülerek, bazen gülmenin yanı sıra edebimi takınarak hep hatırlarım. Ender olarak da çok üzülerek… Kurtla Kuzu'da olduğu gibi: “Hakların en güzeli kuvvetlinin hakkıdır / İşte bu hikâye bunu anlatır” diye başlayan ve bir pınara eğilmiş susuzluğunu gidermekte olan yeni doğmuş kuzu ile açlığın oralara kadar çektiği, kuzuya suyu bulandırıyor diye bahane bulmaya çalışan kurdun hikâyesi: “Bulandırıyorsun, diye kükredi. “Bıldır hakkımda ne dediğini de bilirim.” - “Bıldır daha doğmamıştım, ne diyebilirim?
“Meme emiyorum, henüz yeni doğdum, yeni.” - “Sen değilsen kardeşindir şüphesiz.” - Hiç kardeşim yok.” “Anlamam! Sizlerden biridir. Ne mal olduğunuzu âlem bilir. Siz, köpekleriniz, çobanlarınız... Hepiniz. Öcümü almak gerek, boynumun borcudur bu." Hakların en güzeli kuvvetlinin hakkı olmasa da bu “hak”kın söke söke alındığını böylece küçük yaşta öğrenmiş olmalıyım. Beni en çok ağlatan bu kuzu mudur, yoksa Alphonse Daudet'nin “Değirmenimden Mektuplar”ındaki özgürlük tutkunu küçük keçisi mi, bilemiyorum. Aslında kuzu olmalı, çünkü Mösyö Seguin'in küçük keçisi yediği önünde yemediği ardında olduğu halde özgür olmak için dağlara kaçar
ve kurda yem olur. Yani, bir anlamda her şeyi göze almıştır. Oysa kuzu çaresizdir. Belki de tek kabahati, Bambi gibi annesinden ayrılmış olmasıdır.
Buna karşılık, en çok sevdiklerimden biri İhtiyar Horozla Tilki'nin hikâyesidir. Horozu ağaçta tek başına gören ama ulaşamayan tilki, hayvanlar arasında barış-görüş ilan edildiğini söyleyip, onu kutlamak için kucaklaşmaya çağırır. Horoz kabul eder ama tünediği ağaçtan uzaklara bakıp “Bunu müjdelemek için olacak / Bak iki tazı geliyor koşarak” demeyi de ihmal etmez. “Hızlı da koşuyorlar, haydi ben ineyim de / Hep birden buluşalım tazılar geldiğinde.” Tilki “Yolum biraz uzunca” bahanesiyle, kutlamayı da bir dahaki buluşmaya bırakır. “Anide toplayıp tası-tarağı Külhani bir anda tırmandı dağı. Bir iş çıkmamıştı numarasından Dağa kaçan çapkının arkasından İhtiyar horoz kıs kıs gülüyordu. Oyunbazı oynatmak çok tatlı oluyordu” Ya da ağzında bir dilim peynirle bir dala konan Karga Cenapları'nın hikâyesi… Hani, tilkinin “Tüyleriniz gibiyse sesiniz / Sultanı sayılırsınız bütün ormanın” diye iltifat ettiği. Ağzını açınca peyniri cumburlop aşağı düşen karga. Tilki kapıp bunu dedi “Efendiciğim Size küçük bir ders vereceğim. Dünyada her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir
Bu derse de fazla olmasa gerek bir dilim peynir.”
*** Karga şaşkın, mahcup, biraz da geç ama Yemin etti gayrı faka basmayacağına.” Varlıklı ailenin çocuğu Jean de La Fontaine, Batı'da ve Doğu'da çeşitli kaynaklardan kahramanları genellikle hayvanlar olan manzum alegorik hikâyeler topladı ve onları Fransız serbest nazımına uyarlayıp “Fabllar” başlığı altında yayınladı. “Fables Choisies / Seçilmiş Fabllar”ın ilk koleksiyonu 31 Mart 1668'de basıldı ve Fransa Kralı XIV. Louis ile Kraliçe Maria Theresa'nın altı yaşındaki oğlu "Monsenyör" Louis, le Grand Dauphin'a ithaf edildi. La Fontaine ise o sıralarda 47 yaşındaydı, “Contes” denen manzum hikâyelerin yazarı olarak tanınıyordu. Ancak onu edebiyat âleminde asıl tanıtan fablları oldu. Espriliydiler, örnek oluşturucuydular ama kafalara vura vura ahlâk dersi vermiyorlardı. Çalışmayı da tatsız şeyleri de pek sevmeyen La Fontaine, çözümü edebiyat çevresine yakın olan, hatta kimisi yazar/şair olarak katkıda bulunan varlıklı asillerin himayesine girmekte buldu. Krala bir türlü yaranamadı. Şairi güvenilir bulmuyordu herhalde. Oysa La Fontaine fablları derslerine güvenilmesi bir yana, bugün hâlâ hatırlardadırlar.
Gelelim çevirmene… Çocukluğumuzda hakimiyet kurmuş fablların şairi, örneğin Kralın gözünde “bir garip”se eğer, onları Türkçeye tercüme eden kişi düpedüz "garip"ti. Her şeyden önce Birinci Yeni'nin ya da Garip'in üç üyesinden biriydi, kitabın önsözünü o
yazmış, önsözde ve ilkelerde gerekli gördüğü değişiklikleri sonra gene o yapmıştı.
Orhan Veli bu şiirleri çocuklar için çevirmiş. Söylüyor da zaten:
"Sevgili Çocuklar, bu kitapta okuyacağınız şiirleri gerçi sizler için çevirdim. Ama hiçbir zaman onları çocukça bulmadım. Zaten sizi de küçük görmüyorum. Güzel şeyleri siz de büyükler kadar anlar, büyükler kadar seversiniz. Elbette, yaşınız ilerledikçe, bilginiz de artacaktır. Ama bu, bilginiz artıncaya kadar kötü şeyler, basit şeyler okuyacaksınız demek değildir. Bilginizin, anlayışınızın artması, zevkinizin incelmesi ancak büyük yapıtlar okumakla olur." Çocuk kitapları özellikle çocuk oyunları konusunda ben de kelimesi kelimesine bunları söylemek isterdim.
Arkadaşı Muvaffak Sami Onat'a yazdığı mektupta da kendini şöyle özetliyor:
“1914'te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşında gurbete çıktım. 7'sinde mektebe başladım. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13'te Oktay Rifat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok âşık oldum, hiç evlenmedim. Şimdi askerim.”
Bir hayat öğrencisi, korkusuz bir çocuk, Türk dilini en iyi kullananlardan biri.
İyi ama bir şey unutmadık mı? Oysa akla ilk gelen odur, sazlı cazlı Cırcırböceği. Şiirin başındaki ritmi bile bize onu anlatır: “Cırcırböceği çaldı saz / Bütün yaz.” Sonra? Sonrası kötü: “Derken kış da geldi çattı Seninkinde şafak attı. Baktı ki yok hiç yiyecek Ne bir sinek ne bir böcek Kalktı karıncaya gitti Yandı yakıldı âh etti. Üç beş buğdaydan ne çıkar Gelecek mevsime kadar? Birkaç parça borç istedi “İnayet buyurun,” dedi “Yemin billah ederim Eylül'e kalmaz öderim.” Şiirin sonunda “aferin çalışkan karıncaya” diyenlere, farklı şairler tavsiye edelim en iyisi. Biz inayet buyuranlardan yanayız.
İlahi La Fontaine! Hep ara sor bizi!